ZEKAMIZ KISMEN KÖHNEDİ VE 21. YÜZYIL YOLCULUĞUNA HAZIR DEĞİL Mİ?

Dildeki birtakım kusur ve yetersizlikler, bilimsel devrimden çok önce üretilmiş sözcükler ve ruhbilimsel kavramlar kimi bilim dallarının önünü kesiyor olabilir mi?

Fikirlerin tarihçesini konu alan ve Britanya'da "A Terrible Beauty= Dehşet Verici Bir Güzellik", A.B.D'de "The Modern Mind=Çağdaş Düşünce" kitabının yazarı Peter Watson, 21. Yüzyıla doğru bir yolculuğa çıkarken, zekâmızın köhnemiş olduğunu belirtiyor ve bunun bir bölümünü rafa kaldırmamız gerekip gerekmediği konusunu irdeliyor.

McDonald Arkeolojik Araştırmalar Enstitüsü araştırmacılarından Peter Watson , bu konuda ilginç görüşlerini şöyle özetliyor:

Bir fikir tarihçisi olarak benden, kayıtlı tarih boyunca kimi kavramların yükseliş ve inişleriyle ilgilenmemi bekleyebilirsiniz. Oysa, benim en çok ilgimi çeken konu, fikirlerin nasıl evrildikleri.

Tufts Üniversitesi düşün insanlarından Daniel Dennett , evrimi gelmiş geçmiş en önemli fikir olarak değerlendiriyor, sürecin bizzat fikirlerle ve çoğu fikirlerin ifade edildiği dille ilintili olduğuna inanıyor.

Ruhbilimsel kavramların birçoğunun, özellikle de "imgelem" ve "içgözlem" kavramlarının, bilimin ortaya çıkışından çok önce üretilmiş bir dilden türetilmiş olmaları nedeniyle, artık çağdışı kaldıklarını düşünüyorum.

Kimilerine göre fikirlerin bini bir para; asıl önemli olan işe yarar fikirler üretmek. Onlar için imgelem ortalıkta özgürce dolanan zekâsal bir etkinlikten çok, elle tutulabilen ve yaşamı kolaylaştıran birtakım ürünlerin oluşturulmasına yarayan düşüncelerden ibaret. Bu kişiler Fransız dilinde "gerçek kılmak" anlamına gelen "réaliser" fiiliyle belirtilen şeyleri yeğlerler. Bu da, herhangi bir düşsel girişimde özgün düşünce ile onun son biçimi arasında bir süreç olduğunu ve "gerçek kılma" ediminin en az özgün düşünce denli bir önem taşıdığını belirtir.

BİLİM ÖNCESİ BİR KAVRAM

Bence böylesi bir ayırım sanıldığından çok daha önemli. Birçok sözcük ve fikir gibi, kabaca 16 ve 17. ci yüzyıllarda gerçekleşen bilimsel devrimden önce yaygın bir biçimde kullanıldığı düşünülürse, "imgelem" de bilimin öncesine uzanan bir kavram.

Bu kavram üretildiğinden bu yana olumlu çağrışımlar yapan, herkesin sıcak baktığı yararlı bir kavram olmayı sürdürüyor. Engin bir imgelem gücüne sahip olmak kişi için bir erdem sayılır. Böyle bir kişinin parlak fikirler üreten, kuralları yıkan, özgün ve yaratıcı bir kişiliğe sahip olduğuna inanılır.

Çoğunluk tarihte imgelemin doruğa ulaştığı dönemin, ilk kez laik bir dünya görüşünü ortaya atan St. Thomas Aquinas ile bilimsel devrim arasında yaşanan, resim, heykel, mimarlık, tiyatro ve müziğin dallanıp budaklandığı Rönesans dönemi olduğuna inanır.

Öncelikle 19. yüzyılın başlarında Goethe, Schiller, Beethoven, Hegel ve Byron gibi ünlülerin yetiştiği Romantik dönem, 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyılın başlarına çalışmalarıyla damga vuran Richard Strauss, Klimt, Schnitzler, Picasso, Matisse, Schönberg ve benzerlerinin yetiştiği Modernizm gibi dönemler olmak üzere, tarih boyunca başka düşsel patlama dönemlerine de tanık olundu. Bu çalışmalar genelde kuvantum fiziği, genin ve bilinçdışı kavramının bulunmasıyla tanımlanan ikinci bilimsel devrime bir tepki olarak üretildi.

ÜÇ BÜYÜK BAŞARISIZLIK

Ne var ki, bu denli önem taşıyan imgelem ve onun körüklediği düşsel patlamalar bugüne dek gizini hep korudu."Journal of the History of Ideas" adlı derginin 50. yıl özel sayısında (1990) Amerikalı anlak (zekâ) tarihçisi Donald Kelley 1940 yılından bu yana tanık olunan en büyük üç anlaksal başarısızlığa parmak basmaktaydı:

1) "Laiklik" kavramına doyurucu bir açıklama getirilememesi;

2) Erasmus, Descartes, Newton, Goethe ve Nietzsche'nin de aralarında yer aldığı onca kişinin ruhbilimin kavranması yönündeki çağrılarına karşın, "psikotarih" konusunda yaşanan yaygın düşkırıklığı; ve

3) "imgelemin", özellikle de onun fikir üretmedeki rolünün iyice kavranmasında yaşanan başarısızlık.

İmgelemin tanımı konusunda başkalarından farklı bir yaklaşıma sahip olmadığım gibi, söz konusu düşsel patlamaların neden belli dönemlerde yaşandığı konusunda da herhangi bir görüş belirtmem de olanaksız.

Ancak bu konuda birtakım ipuçları elde etmemize yardımcı olabilecek iki gözleme dikkat çekebilirim. İlki "imgelemin" ruhbilimsel bir kavram olduğu, ikincisi de bu kavramın tanımının evrimden geçtiği ve hâlâ evrilmekte olduğu.

İMGELEM VE SANAT

Genellikle düşünce ya da sezgilerin üretilmesinde önemli bir atılım olarak algılanan imgelem belki de en çok sanat alanında yararlı oldu. Giotto, Leonardo, Michelangelo, Cézanne ve Picasso'ya genelde resmin altı ökesi gözüyle bakılır. Bernini birçok sanatçının tuval üzerinde bile yapamadığını taş üzerinde gerçekleştirdi. Müzikte dev gelişmelere imza atan Beethoven de, Wagner de kendilerini birer öke olarak görüyorlardı.

Ancak bilim, hatta felsefe söz konusu olduğunda, büyüklük farklı bir önem kazanıyor. Düş gücündeki dev sıçramalar tehlikeli olabiliyor.

Bu konuya "The Liberal Imagination-Liberal İmgelem" adlı yapıtında ilk kez değinenlerden biri de Amerikalı eleştirmen Lionel Trilling oldu. Trilling liberal yaşam yaklaşımının, demokrasinin görüş birliği ve uyumluluk yönündeki baskısıyla birlikte, psikanaliz, sosyoloji ve Sartre felsefesi türündeki zihinsel kısıtlamalara yol açtığına dikkat çekiyordu. Her şeyi kapsayan bu sistemler uyum ve düzen gereksinimimizi karşılamakla birlikte, düşünceleri boğuyor ve gelişme sürecini erteliyordu.

Şimdi Trilling'in kitabını Harvard bilim tarihçisi Gerald Holton 'un 1998 yılında kaleme aldığı "The Scientific Imagination-Bilimsel İmgelem" adlı kitabının yanına koyalım. Holton bilimin adım adım ilerlediğine, paradigmalardaki büyük değişimlerin bu minik adımların bir sonucu olduğuna parmak basıyordu. Bir başka deyişle, imgelemdeki minik adımlar uzun erimde çok daha büyük yeniliklere ve yaşamsal değişimlere yol açıyordu.

BİLİM VE DÜŞSEL SIÇRAMALAR

Bunun neden öyle olduğunu kavramak hiç de güç değil. Minik bir düşsel adımı gerçeğe dönüştürmek büyük bir adıma kıyasla çok daha kolay. Öyle ki, başkaları da bu minik adımların izinden giderek yanlış yola yönlendirebilecek bir düşüncenin önüne geçebilirler.

Bilimde büyük düşsel sıçramaların gelişmeye ket vurduğu durumlar söz konusu olduğunda, ilk akla gelen birkaç örnek Samuel Hahnemann ve hastalıkları benzerleri ile sağaltma yöntemi, Franz Anton Mesmer ve ipnoz, bir de görüşleri yüzünden hücrelerle ilgili gelişmeleri 50 yıl gecikmeye uğratan Matthias Schleiden.

Şu anda kuramsal fizikte bir durgunluk yaşanıyor ve karanlık madde, süper iplik gibi yeni kavramların kanıtlanmasına olanak tanıyacak deneylerin yapılması konusunda güçlükler yaşanıyor. Kimbilir, belki de bu düşsel sıçramalar üstesinden gelinemeyecek denli büyük olabilirler.

Böylece, bilimin ortaya çıkmasından sonra imgelem kavramı giderek önemini yitirmeye başladı ve ökelere özgü bir nitelik olmaktan çıkarak daha "soğuk" bakılan bir şeye dönüştü. Holton kitabıyla ilgili araştırmalarını sürdürürken bilim insanlarının genelde içe dönük, çocukluklarında utangaç, eşit haklara sahip erişkinler olarak da son derece bilinçli kişiler olduklarını ortaya koydu.

Bir başka deyişle, bunlar genelde engin bir düş gücüne sahip oldukları düşünülen Beethoven ve Wagner'de tanık olunan o çılgın, romantik ve kendine özgü kişilikten çok uzak kişiliklerdi.

KAVRAMLARIN TUTSAĞI MI?

Ne var ki, imgelem kavramındaki bu evrim ve ökeye biçilen rolün giderek küçülmesi de değişmeci (mecazi) bir önem taşıyor. Başta toplumsal ve beşeri bilimler olmak üzere, kimi bilim dalları bilim-öncesi sözcük ve kavramların tutsağı olmayı günümüzde de sürdürüyorlar.

Bana kalırsa, o dallarda en ufak bir ilerleme kaydedilmemesi de bu durumdan kaynaklanıyor. Örneğin, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyıl başlarındaki kimyasal devrimde, 19. yüzyıl boyunca fizyoloji ve tıpta kat edilen gelişmelerde, 1890'larla (elektronun bulunması) 1932 (nötronun bulunması) arasına denk düşen parçacık fiziğinin altın çağında bilim insanlarının buluşları için yeni sözcükler, yeni bir dil ve yeni bir terminoloji oluşturmaları gerektiği açıkça görülebiliyor.

Söz gelimi, "kondansatör", "sodyum", "paleontoloji" ve "bakteri" sözcüklerini ele alın. 1897'de kimliği belirlenen elektrona bile ilk önce "kan yuvarı" adı verilmişti.

Ancak sosyal, ruhbilimsel ve bilişsel bilimler günümüzde de bilim-öncesinden kalma sözcük ve kavramlara takılmış durumda. Çoğumuz için "ruh" sözcüğü simyacılar tarafından yanma olayının temelinde yattığına inanılan "flogiston" adlı uçucu madde denli köhnemiş ve modası geçmiş bir sözcük olmasına karşın, bilim insanları bugün bile "bilinç", "kişilik" ve "ego" gibi kesinlikten uzak sözcükleri kullanmayı sürdürüyorlar. Bu arada "zekâ" sözcüğünü belirtmeye bile gerek yok.

BİLİNÇ AÇIKLANAMAZ MI?

Şimdilerde Rutgers Üniversitesi'nde görevli olan Britanyalı düşün adamı Colin McGinn, bilincin ilke olarak açıklamaya karşı koyan bir kavram olduğunu ve bunun da hep öyle kalacağını öne sürüyor.

Bilinçle ilgili geleneksel anlayışa ve onu araştırmanın geleneksel yöntemi olan içgözleme bağlı kaldığımız sürece, bu görüş pekala geçerli olabilir. Ne var ki, içgözlem de imgelem gibi bilim dünyasıyla bağdaşmayan çağdışı bir uygulama.

"Ideas: A history from fire to Freud- Ateşten Freud'a Fikirlerin Bir Tarihçesi" başlıklı son kitabımda insanların "gerçeğe" ulaşmak için kaç kez iç dünyalarına döndüklerini araştırdım.

İlkçağ peygamberlerinden Buda'ya, Hindistan'daki Upanishad yazarlarından Konfüçyüs'e, Atinalı Eflatun'dan Aziz Augustin, Savonarola, Luther, Descartes, Vico, Kant ve Romantikler'e, içgözlem fikirlerin tarihçesinde egemen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Freud 'un iç dünyamızla ilgili üç bölümü altben (id), ben (ego) ve üstben (süperego) bu yaklaşımın son örneklerini oluşturuyor. Ne var ki, bu araştırmamın sonunda vardığım sonuç söz konusu yaklaşımın pek bir işe yaramadığı yönünde.

İç dünyamıza döndüğümüzde elle tutulur, herkesçe kabul edilebilir, inandırıcı herhangi bir görüşe ulaşılamadığımızı görüyorum. Çünkü, orada bulabileceğimiz hiçbir şey yok. Bir ilerleme kaydedebilmek için yeni bir bilinç kavramına ve/ya da içgözlemle ilgili farklı bir yönteme gerek var.

ÜÇ DENEY

Harvard Üniversitesi ruhbilimcilerinden Jerome Kagan bu yönde bir girişimde bulundu. Kagan üç deneye dikkat çekiyor. İlkinde altı aylık bebekleri inceleyen araştırmacı bunların bir süre bir düzine kadar oyuncak hayvanla başbaşa bırakıldıklarında farklı türde bir nesneyi, söz gelimi bir meyveyi, yani bir hayvandan daha uzun bir süre izlediklerini belirtiyor.

Bebekler "hayvanları" betimleyecek sözcüklerden yoksun olmalarına karşın, kafalarında o kavramı anlamalarına olanak tanıyacak bir şeyler oluyor.

İkinci deney, nesnenin sözcük yerine bir resimle sunulması durumunda, erişkinlerin sınıflandırma konusunda (örneğin, portakal bir meyvedir) çok daha başarılı olduklarını ortaya koyuyor. Dahası, nesnenin resim yerine sözel olarak sunulması durumunda beyindeki etkinlik de farklı bir düzen sergiliyor.

Üçüncü deney ise, okunan ya da işitilen bir tümcenin anlamsal açıdan tutarsız bir sözcükle sona ermesi durumunda (elma kedidir gibi) belli bir beyin dalgası dizgesinin ortaya çıktığını gösteriyor. Ne var ki, bu dizge tüm sözdizimsel bozukluklarda karşımıza çıkmıyor. Bir başka deyişle, beyin sözdizime değil anlama tepki veriyor.

BUNALIM KAVRAMI

Kagan beyin durumlarıyla bilişsel durumlar arasında bir boşluk olduğuna ve sözcüklerin bu boşluğu doldurmadığına dikkat çekiyor. İnsanlarda Kagan'ın "şemalar" adını verdiği ruhsal yapıların bulunduğuna, ancak belli belirsiz olan bu yapıların pek de ayırdında olmadıklarına inanıyor.

Burada asıl hoşuma giden şey şemalardan çok, bilimin büyük ölçüde göz ardı ettiği görünürde yeni bir düzenleyici ilkenin kimliğini Kagan'ın deneyler aracılığıyla belirlemiş olması.

Bu buluş belki bir yere varmayabilir, ya da yepyeni ufuklar açabilir. Ancak, buna yeni bir sözcük uydurmamız gerektiği ve içgözlemle böylesi bir gelişmenin kaydedilemeyeceği gerçeği insanı yüreklendirmeye yetiyor.

Kagan "kişilik" sözcüğünün de yanıltıcı olduğunu, bunun gerçekte deneylerle var olmadığı kanıtlanmış tutarlı bir davranış biçimini belirttiğini düşünüyor. Aynı şeyin "bunalım" için de geçerli olduğuna dikkat çeken Kagan, bunalımın törel ölçütlere ayak uyduramama sonucunda ortaya çıkması durumunda buna suçluluk tepkisi adının verilmesi gerektiğini öne sürüyor.

Aynı belirtilerin geleceği konusunda kaygı duyan ergenlik çağındaki bir gençte ortaya çıkması durumunda bunu umutsuzluk sözcüğünün çok daha iyi betimleyeceğine inanan Kagan bir başka bunalımlı kişinin sinirsel bozukluğunun da kalıtımsal olabileceğine dikkat çekiyor. Kagan tanı aşamasında bu kişilerin farklı sınıflandırmaya tabi tutulmaları gerektiğini savunuyor ve bilinçli duygusal durumlara odaklanmanın ruhsal bozukluklarla ilgili çok daha verimli kavramların ortaya çıkarılma sürecini ertelediğine parmak basıyor.

Tüm bunları bir noktada birleştiren görüş dildeki kısıtlamaların, özellikle de bilimin var oluşundan önce üretilen sözcüklerle kavramların birtakım şeyleri daha iyi kavramamıza engel olduğu ve bunların artık yeniden gözden geçirilmeleri gerektiği. Belki de, en azından bilimde, "imgelem" ve "içgözlem" kavramlarına yeniden bir çekidüzen verilmesinin, hatta rafa kaldırılmasının tam zamanıdır. Sanatçılar bu kavramlarla gönül eğlendirebilirler, ama dünyada ciddi işler başını almış gidiyor.

 

 


Paylaş

Görüntülenme:
Yayınlanma Tarihi:01 Ocak 2000

© 2024e-Psikiyatri.com, bir NPGRUP sitesidir,
e-Psikiyatri.com bir NPGRUP sitesidir. Bu sitede verilen bilgiler, site ziyaretçilerinin/hastaların hekimleriyle mevcut ilişkilerini ikame etmek değil, desteklemek için tasarlanmıştır. Bu sitede yer alan bilgiler bir hekime danışmanın yerine geçmez. Tüm hakları saklıdır.