'Ayak oyunu' mu 'beyin oyunu' mu?
Millet olarak duygularımızı hatta dürtülerimizi ön planda tutmaya meyilli olduğumuz bir gerçek. Maksadımız üzüm yemekken kendimizi kaybedip bağcıyı dövmeye başlıyoruz. Olayları kişiselleştirme ve dürtüselleştirme eğilimimiz var. Futbol yazarları “ Fatih hocam, takımda şu şu eksiklikleri görüyoruz, bunlara dikkat edersen daha başarılı olabileceğimize inanıyoruz” gibi bir mesaj verselerdi, Fatih hoca da: “teşekkürler, bu uyarıları mutlaka değerlendireceğim” şeklinde bir açıklamada bulunsaydı durum çok daha farklı olabilirdi. Ama olmadı ve arzu etmediğimiz bir havada turnuvaya katıldık.
Fatih Terim başta olmak üzere bütün takımın üzerinde bu havanın yarattığı gerginlik ve başaramama korkusu hâkimdi. Nitekim ilk maçta bunu bariz bir şekilde hissettik. Sanki dünya üçüncülüğü almış takım biz değilmişiz, sanki böyle bir deneyimi ilk defa yaşıyormuşuz, sanki Avrupa'da top koşturan değerli futbolculara sahip değilmişiz ve sanki dünya çapında tanınmış bir teknik direktörümüz yokmuş gibi ürkek, korkak ve çaylak bir oyun tarzıyla Portekiz'e yenildik. Bu ikinci maçın yükünü daha da ağırlaştırdı. Fatih Terim'in İsviçre maçındaki hele hele yağmur yağdığında ve golü yediğimizdeki yüz ifadesini hiç unutamam. Adeta “Allah'ım sen de beni yalnız bırakırsan yapacak bir şeyim kalmaz” diye haykırıyordu. “Allah düşmanıma vermesin” dediğimiz anlar vardır ya işte öyle bir andı. Devre arasına bu psikolojiyle girdi Fatih Terim. Herkes “Hadiyin aslanlarım siz neleri başarmadınız ki bunu başaramayasınız, size inanıyorum yeneceksin o İsviçrelileri” şeklinde bir konuşma yaptığını ve bunun sayesinde maçı aldığımızı düşünüyor, ama ben öyle düşünmüyorum. Hislerim beni yanıltmıyorsa kaybedecek bir şeylerinin kalmadığını anlayan hoca gerekli değişiklikleri yaptı ve “Mevla'm görelim neyler, neylerse güzel eyler” düsturuyla sahaya çıktı. İkinci yarıda daha cesur, daha kontrollü ve atak bir oyunla, şansın da yardımıyla, maçı kazandık. Olgunluklar hırsı, ihtirası, kavgayı, kaygıyı söndürür, kişileri değil olguları değerlendirme yetisini kazandırır. Ama maalesef biz Fatih hocada var olduğuna inandığımız bu olgunluğu ancak İsviçre maşının ikinci yarısında hissetmeye başladık. Tam Fatih hoca kendini buldu, artık öfkesine ve hırsına sahip olur derken, Çek maçından bir gün önce bir hesaplaşma tehdidiyle basın demecine şahit olduk. Bu hakikaten gereksizdi. En iyi savunma taarruzdur nevinden bir davranıştı. Belki bazı spor yazarlarını tedirgin etti, ama amacına zerre miktarı katkısı olmadı. Hatta İsviçre maçında elde edilen keyifleri birazcık kaçırdı da. Nitekim Çek maçının ilk yarısında yine o lanet olası ürkeklik, korkaklık ve tutukluk kendini gösterdi. Çekler hiç ummadıkları bir Türk takımıyla karşılaştılar ve hatta “kesin yeneriz” gibi bir havaya bile girdiler. İkinci yarıda gelen ikinci gol bu inançlarını daha da pekiştirdi. Bizim bile inancımızın kalmadığı bir anda onların böyle düşünmelerini yadırgamamak gerekir. Ancak bunun bir tuzak olduğunu, millilerimizin hızla dibe vurup yüzeye çıkacaklarını, ikinci yarıda oyuna giren futbolcuların takımı şaha kaldıracağını, üç maçlık suskunluğunu bozan Nihat'ın iki gol atacağını ne onlar bilebilirdi ne de biz. İşte böylesine inanılmaz ve böylesine gurur dolu bir galibiyeti millilerimiz bize yaşattı ve sonuçta hem çeyrek final hem de dünyalar bizim oldu.
Bu yaşadığımız tecrübeler futbolun teknik detayları kadar psikolojik detaylarının da önemli olduğunu, futbolun sadece ayakla oynanan bir oyun olmadığını, ayakların aracı olduğunu, oynatanın beyin olduğunu, beyni rahat olmayan, sıkıntılı olan bir futbolcunun gerçek performansını gösteremediğini bir kez daha görmemizi sağladı.
Kıssadan hisse almamız gereken dersleri özetlersek:
Değerli futbol yazarları, saygıdeğer Fatih Hoca ve kıymetli millilerimiz!
Artık çeyrek finaldeyiz. Sabırlı, huzurlu, anlayışlı, barış içinde, rahat ve cesur olduğumuz müddetçe finali oynamaya hiçbir engelimiz yoktur.
Paylaş