


Sineklerin  Tanrısı
  
  Bir Adım  İleri…
  Günümüzde,  saldırganlığın anti sosyal bir güdü olduğu kanısı yavaş yavaş siliniyor. Kimi  araştırmacılar, saldırganlığın ve şiddet olgusunun en iyi, toplumsal  ilişkilerin dinamikleri içinde, bütüncül bir bakış açısıyla anlaşılabileceğini  savunuyorlar. Çünkü çatışmalar, birbirleriyle ilişki içinde olan, birlikte bir  şeyler paylaşan ve ortak bir gelecek beklentisi içinde olan bireyler ya da  gruplar arasında oluyor. Milyonlarca yıldır gruplar halinde yaşayan,  "toplumsal" varlıklar olan biz insanların yaşamları da, bizleri birbirimize  yaklaştırıp uzaklaştıran, sonra yeniden yaklaştıran, yeniden uzaklaştıran  toplumsal öğeler içeriyor. Çatışma, çatışmaları çözme ve uzlaşmaya varma  yöntemlerimiz, işbirliğinin ve ortaklaşa yaşamın evriminden ayrı düşünülemez.  Lorenz
  
  Saldırganlık, aslında  pek çok biçime bürünebilecek bir davranış. Saldırganlıktan ne anladığımız  kişiden kişiye değişkenlik gösterebilir; ancak, saldırganlık ve saldırganlık  dürtüsünün şiddete dönüşmesi, bir toplumun tüm bireylerini etkileyen bir sorun.  Zaten, saldırganlığın tanımında bu da var: Birine ya da bir şeye zarar vermek  amacını taşıyan ve toplumsal açıdan onaylanamaz davranışları "saldırgan"  olarak niteleriz. İşte bu nedenle, insanlar arasında saldırganlıkla çözülmeye  çalışılan çatışmalar, en iyi biçimde toplumsal ilişkiler ağının dinamikleriyle  ele alındığında anlaşılabilir. Çünkü, ilişkilerde yararların çatıştığı bir  noktaya gelindiğinde, çoğu kez ilişkiye orada nokta koyup yaşantımızı onsuz  sürdürmek gibi bir olasılık söz konusu olmuyor. Gerçek yaşamda, saldırganlık  ve şiddet eylemlerinin genellikle birbirlerini tanıyan bireyler arasında  gerçekleştiğini, yani iki tarafın ortak bir geçmişlerinin olduğunu ve ortak  bir gelecek paylaşmayı beklediklerini unutmamak  gerekiyor.
  
  Çatışmalara  Evrimsel Bir Bakış
  Yaşamı sürdürmenin  karşılıklı işbirliğine dayandığı topluluklarda saldırganlık, yarar sağlayan  ilişkileri koruyabilmek için bir ölçüde kısıtlanmak zorunda. Evrim, topluluklar  halinde yaşayan canlılara, saldırgan davranışların yol açtığı etkiyi yok etmeye  yarayan beceriler de kazandırmış. Örneğin şempanzeler, kavgalardan hemen sonra  birbirlerini sarılıp öperek barış yaparlar. Araştırmalar, primat  topluluklarının hepsinde benzer uzlaşma yolları olduğunu gösteriyor. Bu  araştırmalar, insanlarda görülen saldırganlığın araştırılması açısından da  önemli. Aileden arkadaş gruplarına kadar, insanlar arasında gözlenen  saldırganlık davranışları, toplumsal hayvanların davranışlarıyla aynı. Farklı  primat topluluklarındaki çatışma ve çatışmaların çözülme yöntemleri üzerine  araştırmalar yapan Atlanta
  
  İnsanlarda olduğu  gibi, insanın en yakın akrabaları olan öteki primat topluluklarının da en önemli  özelliği, işbirliği ve kalıcı toplumsal ilişkileridir. Topluluk üyeleri,  birbirleri için hem birer rakip hem de birer arkadaştır. Yemek ve eş seçimi söz  konusu olduğunda birbirleriyle kıyasıya rekabet edebilirler; ancak, yaşamlarını  sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar ve birbirlerine dokunma gereksinimi  içindedirler. Bazı primat türlerinde, örneğin şempanzelerde, topluluktaki  bireyler arasında geçen şiddet olaylarına sık rastlanır. Sözgelimi, gruptaki  iki bireyin bir üçüncüsünü saf dışı etmek için güçlerini birleştirdiği  görülebilir. Aslında, topluluğun ileri gelen bireyleri genellikle en güçlü  olanlar değil, en çok desteği sağlayabilenlerdir. Şempanzelerde, "grooming" adı  verilen birbirinin parazitlerini temizleme davranışı, bu politik alanda önemli  rol oynar, ortaklıkları ve arkadaşlıkları  güçlendirir.
  
  Ancak, bu hayvanlar  kimi zaman şöyle bir ikilemde kalırlar: Bazen bir arkadaşı yitirmeden bir savaşı  kazanma olasılığı yoktur. Bu ikilemden kurtulmanın yolu ya rekabeti ortadan  kaldırmak, ya da rekabet etmek ve sonrasında ortaya çıkan hasarı onarmaktır.  Her iki yolun da farkında olan primatlar, topluluklarını çok gelişmiş bir  sorun çözme mekanizmasıyla ayakta tutarlar. Bu toplulukların ayakta  kalmalarının nedeni çatışmanın hiç olmama sı değil, bireyler arasında çıkan  çatışmaların fazla zarara yol açmadan önlenmesi ya da oluşan zararın telafi  edilmesi için geliştirilmiş yöntemlerdir. Saldırganlığın toplumsal yaşamla  bağdaşmayan bir davranış olduğu görüşü, saldırganlığın şiddetle eşdeğer  görülmesinden kaynaklanıyor olabilir. Oysa şiddet, saldırganlığın ikizi değil,  aşırı uç olarak kabul edilebilecek bir dışa vurum  biçimidir.
  
  Aile İçi  Şiddet
  Şiddet, yalnızca  kişiye fiziksel zarar veren ya da bunu amaçlayan bir şey değildir. Kişiyi  psikolojik açıdan incitmeyi hedefleyen, hak ve özgürlükleri kısıtlayan  davranışları da içine alır. Buna rağmen, bir toplumda hangi davranışların  şiddet olarak tanımlandığı, o toplumun kültürel yapısı ve insanların değer  yargılarıyla da ilgili. Bizim toplumumuzda şiddet içeren davranışlar her ne  kadar "istenmeyen davranışlar" olarak nitelendirilse de, geleneksel öğelerle  şiddete başvurulduğunda, ya da şiddet "doğruyu / yanlışı öğretmek" amacıyla  kullanıldığında haklılık kazanıyor, yani meşrulaştırılıyor. Bu açıdan, toplumun  çekirdeğini oluşturan ailede şiddete nasıl bakıldığının ve şiddetin nasıl  değerlendirildiğinin anlaşılması önemli. Çünkü ailenin, bireylerin  toplumsallaşmalarındaki, kendi ayakları üzerinde durmak ve yurttaş bilincine  sahip olabilmek için gereken becerileri öğrenmelerinde ki payı  büyük.
  
  Ortadoğu Teknik  Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Dr. Sibel Kalaycıoğlu ve Dr.  Helga Rittersberger Tılıç
  
  Şiddetin tanımı  toplumlarda ki farklı kültürel birimlerde değiştiğine göre, araştırmacılar  öncelikle, kişilerin şiddeti nasıl algıladıkları ve hangi tür davranışları  şiddet olarak gördüklerini belirlemeye çalışmışlar. Bu soruya verilen yanıtlar,  en çok dayak, daha sonra da kötü söz, küfür, başkasına zarar vermek amacını  taşıyan söz ve davranışların katılımcılar tarafından şiddet olarak  algılandığını göstermiş. Araştırmaya katılanların hemen hepsinin, şiddeti doğru  olmayan bir davranış biçimi olarak gördükleri de ortaya çıkmış. Katılımcıların  büyük çoğunluğu, hem kamusal alan olarak toplumda hem de özel alanı temsil eden  ailede şiddetin çok yaygın olduğunu vurgularken, kendi ailelerinde sorunların  şiddete başvurmadan çözüldüğünü belirtmişler. Ancak, pek çok ailede, ilk sırada  çocukların, ikinci sıradaysa kadınların, şiddetin türlü biçimlerine maruz  kaldıkları bulunmuş. Özellikle toplumun benimsediği bir amaca ulaşmak ya da bazı  toplumsal değerleri korumak için kullanıldığında, şiddete başvurmak haklı  bulunuyor ve hatta meşruluk kazanıyor. Örneğin, çocuklar yaramazlık yapıyorsa  şiddet uygulamak "eğitici" bir davranış oluyor. Ya da, kadın geleneksel  görevlerini yerine getirmiyorsa, itaatsizlik yapıyorsa, durumundan şikâyet  ediyorsa veya izinsiz bir yerlere gidiyorsa, "ailenin saygınlığını, namusunu  korumak" adına şiddete başvurulması da araştırmadaki erkekler ve en çok da  kadınlar (yani hem şiddet uygulayan bireyler, hem de şiddete maruz kalanlar)  tarafından "haklı" bir davranış olarak düşünülüyor. Toplumda, yakın aile  bireyleri arasında şiddet olması istenmeyen bir davranıştır. Dolayısıyla bu tür  davranışların haklılığının ve meşruluğunun nedenlerinin "aile dışından  kişilere" anlatılabilmesi gerekiyor. Bu durumda, özellikle kadınlar eşlerinin  şiddet içeren davranışlara başvurmalarını, ekonomik sıkıntıların yol açtığı  sinirlilik, işlerinin kötü gitmesi, zaman zaman davranışlarına hakim olamama,  eğitimsizlik, kişilik zayıflığı gibi, kişinin elinde olmayan nedenlere  dayandırarak veya davranışların "kalıcı" "sürekli" değil, "geçici" "anlık"  olmasına bakarak meşrulaştırıyorlar. Araştırmacılar bu tür gerekçelerin,  toplumdaki güç ilişkilerinin, eşler ya da anne-babalarla çocuklar arasındaki güç  ilişkilerine yansımasını gösterdiğini vurguluyorlar. Bu sonuçsa, aile içinde  şiddetin yönünün en çok kadın ve çocuğa doğru olmakla beraber, aile içindeki  iktidar ilişkilerinde belirlenerek, güçlüden güçsüze yönelik olduğunu ortaya  çıkarıyor. Şiddetin meşru görülmesi önce ailede ve de sonra toplumda tekrar  tekrar üretilmesine ve bir sorun çözme yöntemi olarak kuşaktan kuşağa  aktarılmasına yol açıyor.
  
  Araştırmada, aile  içinde şiddetin kullanım sıklığı ve dozunun yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi,  meslek gibi değişkenlerden etkilenmediği de görülmüş. Örneğin, araştırmaya  katılanların eğitim düzeyi ülke ortalamasından görece yüksek olduğu halde,  ailelerin % 82
  Şiddetin  Reçetesi
  Beynin belli  bölgelerinin zarar görmesinin saldırganlığa yol açabileceği uzun zamandır  biliniyor. Bu konudaki klasikleşmiş örneklerden biri, 1848 yılında geçirdiği  bir iş kazası sonucu beyninin ön bölgesi zarar gören Phineas Gage adlı demiryolu  işçisi. Kazaya bağlı olarak Gage
  
  Minnesota  Üniversitesi
  
  Saldırganlığın  gelişiminde hangi kişilik özelliklerinin ne tür toplumsal ve çevresel etmenlerle  etkileşime girdiğini incelemek, konu insan olunca güç bir iş. Aslında bir açıdan  bu araştırmalar, anne-babaların ve öğretmenlerin öteden beri bildikleri şeyleri  söylüyor denebilir. Belki de asıl anlaşılması gereken, çocukların saldırganlığı  ve sorunlarını şiddete başvurarak çözmeyi nasıl öğrendikleri değil, saldırgan  olmamayı ve şiddete yönelmemeyi nasıl öğrendikleri.
  
  Saldırganlık  Öğreniliyor mu?
  Öfke, saldırganlık ve  şiddet, sosyal psikoloji, toplumbilim ve siyaset bilim gibi pek çok bilim  dalının araştırma konularından biri aslında. Diğer tüm insan davranışlarında  olduğu gibi, insanlardaki saldırganlık ve bunun şiddete dönüşmesi eğilimi de,  kişinin psikolojik ve toplumsal gelişiminin, nörolojik ve hormonal yapısının  etkileşimiyle ortaya çıkıyor. Psikologlar, uzun yıllar boyunca insanlardaki  saldırganlık eğilimlerinin kökenini bulmaya çalışmışlar. Şiddeti psikolojik ve  toplumsal etkenler açısından açıklamaya çalışan araştırmaların bazıları,  gelişim sürecindeki deneyimlerin insanların şiddete yönelme davranışlarına  etkisini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Daha çok Kanadalı psikolog Albert  Bandura
  
  Bandura
  
  Sosyal öğrenme  kuramı, saldırganlık konusunda cinsiyetler arasındaki farklılıklara da  değiniyor. Araştırmalarda, bebeklikten erken çocukluk dönemine kadar,  saldırganlık konusunda bir cinsiyet farkına  rastlanmamış.
  
  Ancak, erkek  çocukların biraz büyümeye başladıktan sonra daha saldırgan, işbölümüne kapalı  oldukları, kız çocuklarınsa toplumsal ve bilişsel açıdan daha gelişmiş  oldukları görülmüş. Erken yaşlarda bu konuda cinsiyet farkının görülmemesi,  ileri yaşlardaki davranış farklılıkların kökeninin biyolojik olmadığı, bu  davranışların öğrenildiği savını destekliyor. Başka bir araştırmadaysa,  saldırganlık konusunda cinsiyetler arasında görülen farkın, saldırganlığın  dozu değil, dışa vuruluş biçiminde olduğu görülmüş. Kendilerine gösterilen  davranış modellerine bağlı olarak, erkek çocuklar saldırganlıklarını fiziksel  ve sözel olarak, kız çocuklarsa ilişkilerinde geçimsizlik biçiminde  sergiliyorlar. Sosyal öğrenme kuramı, son 40 yıldır bilimsel araştırmalarla  desteklenen, değişime açık ve bu açıdan da güçlü bir kuram. Bu kuram temel  alınacak olursa, bir toplumda televizyon programlarının, bilgisayar  oyunlarının, ya da çocukların davranış biçimlerini öğrenebilecekleri diğer  kaynakların içeriğinin hassaslıkla denetlenmesi  gerekiyor. 
  
  Çıkış Yolu  Var mı?
  Aslında, çevrenin  etkisinden hormonlara ve beyinsel bozukluklara, öğrenmeden kültürel etkilere  kadar, hem hayvanlarda, hem de insanlarda saldırgan davranışların nedenleri ve  sonuçları konusunda pek çok şey biliyoruz. Sorunun bir yönünü, insanların  başkalarıyla ilişkilerini yorumlamada ve olaylara verecekleri tepkileri seçmede  etkin olan algısal ve bilişsel süreçler oluşturuyor. Bu bilgilerin kullanımı  konusundaki en belirleyici yaklaşım, sorunlarını çözme ya da bastırma aracı  olarak şiddeti seçen insanların tedavi edilmesinde ilaçlar ve çeşitli  terapiler gibi araçların geliştirilmesi. Konunun diğer yönüyse insanların,  karşılarına çıkan engelleri aşmak amacıyla saldırgan ya da saldırgan olmayan  çözüm yollarını nasıl ürettiklerinin anlaşılması.
  
  Peki, bu bilgileri  evlerimizdeki, toplumumuzdaki ve uluslar arasındaki çatışmaları çözmede nasıl  kullanabiliriz? Saldırgan davranışlar, bireylerin ilgileri konusunda bir  çatışma ortaya çıktığında, çözüme ulaşma ve uzlaşma yolunda kullanılan bir araç.  İnsanlar arasındaki çatışmaları toplumsal yaşamın bir parçası olarak görmek  gerekiyor belki de. İnsanlar dışındaki primatların toplumsal yaşamında  saldırganlık, yakın ilişkilerde daha sık görülen ve olumsuz etkileri, dostça  ilişkilerle çabucak onarılan bir olgu. Önemli olan çatışmayı önlemeye çalışmak  değil, bu çatışmaların çözümlenmesi konusundaki becerilerin geliştirilmesi.  Aslında saldırgan davranışlar, ilgilerin ve yararların çatışması durumunda  başvurulan birkaç yoldan yalnızca biri. Taraflardan birinin alttan alması,  örneğin kaynakların paylaşılması ya da yüzleşmeden kaçınmak gibi çözümler de  var. Hangi yolun seçileceğiyse, taraflar arasındaki ilişkinin biçimine ve bunun  nasıl algılandığına bağlı. Örneğin, çatışmadan sonra, bozulan ilişkinin  kolaylıkla onarılıp onarılamayacağı gibi; ya da tarafların ortak bir gelecek  beklentisi olup olmadığı gibi. Barış yapmanın, yaşamı sürdürme açısından  topluluklar halinde ortaklaşa yaşayan hayvanlara yararı çok açık. Barış, belli  bir noktada bazı bireylerin çıkarları çatışmış olsa da, topluluğun uyumunu  koruma güvencesi sağlar. Çatışmaların, birbiriyle ilişki içinde olan ve bir  şeyler paylaşan, ortak bir gelecek beklentisi içinde olan bireyler ve gruplar  arasında yaşandığını tekrar vurgulamakta yarar var. Barış, hiç çatışmanın  olmadığı durağan bir durum değil, ortaya çıkan çatışmaların herkes için  ortalama bir yarar sağlayacak biçimde çözülmesi demektir  aslında.
  
  Sorun  Olaylarda Değil, Bakış Açımızda Olabilir…
  Sağlıklı bir ilişki,  o ilişkide hiç çatışma olmaması değil, o ilişkide ortaya çıkan sorunların ne  kadar sağlıklı bir biçimde çözüldüğüdür. Oysa bizler çoğunlukla ilişkilerimizde  çatışma çıkarmamaya yönelik yetiştiriliyoruz. Kimi insanların sık sık sarf  ettiği "Bizim ilişkimiz çok sağlıklı; aramızda hiç çatışma, tartışma çıkmaz."  cümlesi yanlış bir düşünce biçimini yansıtıyor. Çatışma yaşanmayan bir ilişki,  ölü ve iki tarafın, birbiri ile etkileşimi olmadan sürdürdüğü, adeta birbirine  teğet geçtiği bir ilişkidir. Böyle bir ilişkide sorun varsa bile, taraflardan  biri bunu bastırıyor olabilir. Bastırma ve sorunun varlığını görmezden gelmeyse  ilişki açısından geliştirici ve olumlu bir yaklaşım değildir. Bizler,  kızgınlığımızı bastırmaya ve kendi kızgınlığımızı duymamaya yönelik  yetiştiriliyoruz. Oysa kızgınlık, kulak vermemiz ve bastırmamamız gereken bir  duygu. Bir ilişkide, var olan sorunlara karşı kızgınlığımızı bastırıp  biriktirmek, çoğunlukla duygularımızın daha sonra yanardağ patlamasına benzer  biçimde dışarı vurulmasıyla sonuçlanır. İşte bu patlama zaman zaman  kızgınlığımızın şiddete yönelme biçiminde açığa çıkmasına da yol  açar.
  
  Düşünceler  duygularımızı, duygularımızsa davranışlarımızı ve olaylara karşı tutumlarımızı  belirliyor. Kimi ilişkilerimizde yaşadığımız sorunlar -dolayısıyla da  kızgınlık- yalnızca olaylardan değil, bizim olaylara bakış açımızdan da  kaynaklanabilir. Böyle durumlarda sorunları ortadan kaldırmanın en etkili  yollarından biri, o olaylara bakış açımızı sorgulamakta ve başka bakış açılarına  da açık olmakta yatıyor. Böylece, bizi şiddete yönelten etkenleri denetimimiz  altına alabilir, kızgınlığımızı yapıcı ve olumlu biçimlerde ifade edebiliriz.  Sonuç olarak kızgınlık, şiddet biçimine bürünmeden de ifade edilebilir.  Dolayısıyla, öncelikle kızgınlık duygumuzun farkına varmak ve onu kabul etmek  gerekiyor. Öte yandan, karşımızdaki insanın da kızgın olabileceğinin farkında  olmak da çok önemli. Aslında şiddetin temelinde, karşımızdakinin de olumsuz  duygular içinde olabileceğini kabul edememek de var. Karşımızdakinin kızgınlık  duygusunu anlayabilmek için, onunla empati kurarak kendimizi onun yerine  koymayı deneyebiliriz. Bunu başardığımızda da, zaten şiddete başvurmak  gerekmez. Ancak, bizim toplumumuzda "O bana saldırdıysa ben de ona saldırırım, o  bana öyle yapıyorsa ben de ona aynı biçimde karşılık veririm." biçiminde bir  anlayış çok yaygın. Dahası, saldırgan ve zarar verebilir olmak, güçlü olmak  anlamına geliyor. Bu da insanların güçlü olmanın kaynağını şiddette aramalarına  neden oluyor.
  
  İlişkilerimizde  yaşadığımız sorunları çözmede olayları karşımızdakinin penceresinden ve onun  gereksinimleri açısından da görebilmek, neden ve sonuç ilişkilerini irdelemek  için özel bir çaba harcamamız gerekiyor. Ne yazık ki bizim kültürümüzde tutum  ve davranışlarımız "Ben ne yapmak istiyorum, nasıl bir insan olmak istiyorum?"  diye düşünerek değil, "Onlar nasılsa ben de öyle olmak istiyorum" düşüncesiyle,  yani başkaları ölçü alınarak belirleniyor. Aslında bu biraz insanın duygusal  zekâsının gelişimiyle de ilgili bir konu. Duygusal zekâsı gelişmiş olan insanın  özelliklerinden birincisi kendi kendini disipline edebilmek, ikincisiyse  kendisini karşısındakinin yerine koyabilmektir; yani bir çatışma yaşandığında  saldırganlık ve şiddete yönelen tutumlara başvurmaktansa, tam tersine, sorunu  çözmeye yönelik bir tutum içinde olmak.
  
  Şiddetin modellerden  öğrenilen bir yönü de var. Anne-babaların tutumu ve televizyondan izlenen  modeller gibi, şiddetin benimsenmesine yarayan birçok etken var. Bir çocuk  kendisi şiddete maruz kalıyorsa, annesinin şiddete uğradığını görüyorsa,  televizyonda şiddete dönük filmler izledikçe şiddeti öğrenir. Ne yazık ki  çocuklarımız, topluma uyum sağlama süreci içindeyken, şiddete başvurmayı  öğreniyorlar. Bir ailede sorunların şiddete yönelmeden çözülebilse bile,  çocuğun okulunda çok sayıda çocuk şiddet uygulamaya yatkın. Ve anne-babalar bu  konuda ciddi bir çaresizlik yaşıyor.
  
  İnsanlarda doğal  olarak şiddete yönelik bir dürtü olabilir; ancak bu eğitilebilir bir dürtü.  Sorunları şiddete yönelerek çözmenin alternatifi, dediğimiz gibi, kişinin  kendisini tanıması ve duygularının farkında olmasından geçiyor. Çatışma çözme  ve iletişim becerileri konusunda kendini geliştirmek, kişisel bir çabanın yanı  sıra profesyonel yardım alarak da  gerçekleştirilebilir.
  
  Öfke mi Bizi  Kontrol Ediyor, Yoksa Biz mi Onu?
  Öfkelenince ne  yaparsınız? Böyle bir durumdayken en doğru davranışın, insanın kızgınlığını  içine atmasındansa, dışarı vurarak ondan kurtulması olduğu söylenegelir. "Anlat  Bakalım" adlı filmde psikiyatrist rolündeki Billy Crystal, hastası Robert de  Niro
  
  Öfke ve kızgınlık  yaşamımızın bir parçası. Ancak, bu duygumuzu şiddete yönelerek ifade etmek,  yaşamı olumsuz yönde etkiler. Herkesin öfkeliyken duyumsadığı birbirinden  farklıdır. Uzmanlara göre, bu döngüye düşmemenin yolu, duygularımız konusunda  karşımızdakilerle iletişim kurmayı öğrenmekten geçiyor. Öfkeliyken genellikle  kaslarımız gerilir, kalp atışlarımız hızlanır, soluk alış verişimiz değişir.  Bazen titreriz, tüylerimiz diken diken olur… Kalbimizin daha hızlı atmasının,  kaslarımızın gerilmesinin ve sesimizin daha yüksek çıkmasının sorumlusu,  bedenimizin birdenbire daha fazla adrenalin salgılamasıdır. Dikkatimizi derin ve  yavaş soluk alıp vermeye odaklamak, öfkemizi kontrol etmeye başlamamıza yardımcı  olabilir. Biraz rahatladıktan sonra verilecek doğru tepki, kızgınlığımızı, düş  kırıklığımızı ya da hoşnutsuzluğumuzu soğukkanlı bir biçimde karşımızdakine  ifade etmeye çalışmak… Kendimizi karşımızdaki insanın yerine koyup, olayları  onun bakış açısından görmeye çalışmak ve karşımızdakini dinlemeyi öğrenmek de  çok önemli. Öfkenin sizi kontrol etmesine izin vermeyin, siz onu kontrol etmeye  çalışın.
  
  Aslı Zülal,  
  Kaynak: Bilim  Teknik Dergisi
   , Şubat2001
Paylaş